BUDİZM, BUDDHA’NIN ÖĞRETİSİ VE DHARMA
Yazan ve Derleyen: Günsu Engin
Kaynaklar sayfanın sonunda belirtilmiştir.
GOTAMA’NIN HİKAYESİ
Siddharta Gautama (Buddha), günümüzden 2600 yıl önce M.Ö. 6. yy’da şuanda Nepal’in sınırları içerisinde bulunan Lumbini kentinde doğmuş ve Hindistan’da yaşamış olan bir figür olarak kabul edilir. Sakyamuni Buddha olarak da bahsedilir, Sakya klanından gelen anlamına gelmektedir. Çünkü rivayete göre Himalaya eteklerinde günümüz Nepal‟in bulunduğu bölge başkenti Kapilavastu olan Sakya Krallığı’nın prensidir, savaşçı kastına aittir.
Kral Suddhodana, oğluna “gayesine ulaşan” anlamına gelen Siddhartha adını vermiştir. Adıyla birlikte zikrilen “Gautama” ise soyadıdır. Sakya kabilesine mensup olmasından dolayı ise ona “Sakya Kabilesinin Bilgesi, Sakyalıların Sessiz Zahidi” anlamına gelen Sakyamuni de denilmektedir. Daha sonradan ise kendisine “Aydınlanmış, Zihni Aydınlığa Kavuşmuş” anlamına gelen “Buda” lakabı verilmiştir.
Mitolojik rivayete göre dünyaya gelmeden önce annesi Mahamaya, bir gece rüyasında hortumunun ucunda beyaz bir lotus çiçeği tutan dev bir filin, odasına girerek sağ böğrüne dokunduğunu ve oradan da döl yatağına girdiğini görmüştür. Rüyasını eşine anlattıktan sonra Kral Suddhodana, rüyayı kahinlere yorumlatmıştır. Kahinler, Mahamaya‟nın bir erkek çocuk doğuracağını ve çocuğun kaderinde iki yol olacağını; ilkini seçerse çok güçlü bir hükümdar olacağını ancak ikincisini seçerse yaşadığı ülkeyi terkedip çileli bir hayatın sonunda manevi huzuru bularak aydınlanmış kişi olacağını ve insanlara yol göstereceğini söylemiştir. Mahamaya, ailesinin yanına giderken Lumbini adı verilen korulukta acı çekmeden oğlunu dünyaya getirmiştir. Buddha’nın hikayesinde, annesinin sağından doğduğu söylenir. Bu demek ki; spiritüel bir doğum. Yaşamın doğumunu simgeliyordu. Yani kalp seviyesinde doğdu, kalça seviyesinde doğal doğum değil (Joseph Campbell). Siddharta‟ın doğumundan bir müddet sonra annesi ölmüş ve o, teyzesi ve aynı zamanda da üvey annesi olan Mahaprajapati tarafından büyütülmüştür. (Yitik, Hint Dinleri, s. 46-47; Vedat Şafak Yamı, Japonya’da Budizm, Doğu Batı Yayınları, Ankara 2012, s. 12; Sikora, Religions of India, s. 40-41. )
Kahinlerin oğlu hakkındaki kehanetlerinden etkilenen babası onun aydınlanmış kişi olmasını istemediği için her türlü acıya tanıklık etmesini engellemiş, sarayın dışına çıkmasını yasaklayarak tüm dünyevi acılardan uzak şaşalı, güvenli ve zevklerle dolu bir hayat yaşatmış ve iyi bir eğitim vermiştir. Bu sayede onun saraydan çıkmak istemeyeceğine inanmış, böylece ilk kehaneti gerçekleştirmek yani hükümdar olması için çabalamıştır. Siddharta, on altı yaşındayken Koliyas kralının kızı ve aynı zamanda kuzeni olan Prenses Yasodhara’ya aşık olduktan sonra evlenmiş ve Rahula adında bir oğlu dünyaya gelmiştir. Ancak babasının tüm uğraşlarına rağmen yirmi dokuz yaşında ilk kez sarayın dışına çıkmaya karar vermiş ve dışarıdaki hayatın saraydakinden çok farklı olduğunu farketmiştir. . (Hüsamettin Karataş, „Sakyamuni Buda‟nın Tarihsel Kişiliği ve Öğretisinin Yeni Bir Din Haline Geliş Süreci‟‟, Dini AraĢtırmalar, Ankara 2013, C. XVI, S. 42, s. 131-132.)
AYDINLANMAYA DOĞRU GİDEN YOL
Saraydan çıkışıyla dört karşılaşma yaşar. Dışarı çıktığı ilk gün bir yaşlı bir adam ile karşılaşır. Hayatında hiç yaşlılık görmemiş olan Siddharta arabacısına “Bu nedir?” diye sorduğunda arabacı ona “Bu değişimdir.”der.. “İnsan hep genç ve kusursuz kalamaz.” diye tamamlar. İkinci gün hasta bir adamla karşılaşır. Hayatında hiç hastalık görmemiş olan Siddharta şaşkınlıkla arabacısına sorar “Bu nedir?!” Arabacı yanıtlar; “Oh bu hepimize olacak şeydir. Her insan hastalanır. Sakın prens olduğunuz için hastalanmayacağınızı düşünmeyin, babanız da hastalanacaktır.” Dışarı üçüncü çıkışında bir ölüye rastlar. Siddharta yaşamında ilk kez yaşlılık, hastalık ve ölümle karşılaşmıştır. Ve tüm gördükleri sayesinde geçicilik, ıstırap ve ölüm gerçekleriyle yüzleşmiştir. Tümüyle dehşete kapılmış bir halde farkına varır ki “Ben de bu kaderden muaf değilim. Ben de yaşlanacağım, ben de hastalanacağım ve ben de öleceğim.. Tüm bunların üstesinden nasıl gelebilirim?”
İşte bu sorular herhangi bir insanın sahip olduğu varoluşsal sorulardır.
Dörtdüncü kez dışarı çıktığında bir çileci görür ve arabacısına “peki ya bu nedir?” diye sorduğunda onun dünyanın acılarından özgürleşmek için çalışan biri olduğunu öğrenir. “Ben de bu yoldan gideceğim” diye düşünür. Yaşamının ilk 29 senesinde, sarayda (daha sonrasında ıstırabın sebebi olarak göstereceği) zevk, tatmin, güven, bağlanma, tutku ve aşkı doyasıya deneyimledikten sonra hepsini ve dahası babasını, eşini ve oğlunu geride bırakarak sarayı terk eder.
Söylenir ki, daha yeni doğmuş oğlu Rahula’yı terketmeden önce ona bakar ve şöyle düşünür. “Eğer oğlumu kucağıma alırsam onu bırakmak benim için çok zor olur. İşte beni bu yaşama derin bağlarla bağlayan, beni tutsak eden şeylerden biri de bu tutku, bağlılık, aşk…” ve Siddharta arkasını döner, atına biner ve gider.
Ölüm, yeniden doğuş ve arzuyu simgeleyen Mara ona seslenir, “Sen Siddharta, sen büyük bir imparatorluğa hükmetmek için doğdun, geri dön ve görevini yerine getir. Böylece tüm dünyanın gücü senin olacak.” der…ancak Siddharta, redder. Çünkü elde etmek istediği şey için sahip olduğu diğer her şeyi kaybetmesi, geride bırakması gerekir.
Onu klanına bağlayan simge olan uzun saçını keser, hanedanlık giysilerini çıkarır ve keşiş örtülerini giyer. Büyük bir prensken, artık bir dilenci olmuştur. Ormanda yaşamaya başlar. Henüz bir çözüm bulamamış olsa da artık sorunun ne olduğunu biliyordu. Kadim Vedik dininin hüküm sürdüğü zamanlarda tüm varlıkların mutluluğu için Chanting (mantra benzeri dini şarkılar) ile tanrılara tapılır ve seremoniler düzenlenirdi. Siddharta ise o dönemde ve hala Hindistan’da bir çok kişinin ölüm ve yeniden doğum döngüsünden çıkmak için seçtiği bir yol olan çileciliği seçti.
Çilecilik, bedeni tüm arzulardan, ihtiyaçlardan ve gereksinimlerinden yoksun bırakarak eğitme yöntemidir.
Siddharta arayışlarının sonucunda bir usta buldu ve onunla yoga ve meditasyon çalışmaya başladı. Uzun saatler meditasyonda oturmayı ve nefesini yavaşlatabilmeyi öğrendi. Bunlar onu transa sokan derin konsantrasyon (samadhi) teknikleriydi. Yıllarca konsantrasyon çalışmaları ile bilincini derinleştirebiliyor ve zihnine hükmedebiliyordu ancak farketti ki bunlar sorunun yani ıstırabın kökenine inerek onu ortadan kaldırmıyordu, bu teknikler yalnızca bir kaçış sağlıyordu, hem de geçici bir kaçış. Çünkü girdiği tüm bilinç halleri ve sessizleşen zihni geçiciydi. Siddharta başka bir guru buldu ve çalışmaya devam etti ancak sonuç aynıydı. Hiçbir teknik onu doğrudan bilgeliğe, derin farkındalığa ulaştırmıyor. Bu ustayı da bıraktı..
Bir yandan uyguladığı çilecilik ile bedenini cezalandırma tekniği mantıklı bir yol gibi görünüyordu çünkü ıstırabın kökeninin bu ölümlü, kusurlu bedende olmak, yaşlılık, hastalık ve ölüme mahkum olan bu bedene sahip olmak olduğunu diye düşünüyordu. Bu mantıkla yola çıktığında eğer bu bedeni yoksun bırakır, cezalandırır ve arzularını tatmin etmezse bedenin hükmünden de çıkabileceğini düşündü. Çilecilik bir bakıma tüm ıstırapların sebebi gibi görünen bedenini yavaş yavaş öldürüyordu. Siddharta 6 sene boyunca bu tekniği uyguladı.
Siddharta, ekstrem bolluğu da ekstrem yoksunluğu da deneyimlemişti ve hiçbiri aradığı yanıtı ona vermiyordu.
Bir gün Siddharta, kendini yoksun bıraktığı için neredeyse ölmek üzereydi. Ölümün eşiğine gelmişken çocukluğuna dair bir anı hatırladı. Babasıyla nehrin kıyısında oturup dünyanın olduğu gibi nasıl da mükemmel oluşunu hissettiği bir andı bu.
Bir oturuşu sırasında deneyimlediği (joy) coşku halini sürdürmek için yemek yemesi gerektiğini farketti. Tam o sırada bir kadın, elinde bir kase sütlü pirinç lapası getirdi ve ona sundu. Onun bu pirinci yemeyi seçmesi yaşamı seçmesi demekti. Anladı ki, normal insanlar gibi (yiyip içerek) bedensel ihtiyaçları gidererek de ötede olanın idrakına geçebilirdi.
Ve böylece Siddharta, çileciliği geride bıraktı..
AYDINLANMASI VE SONRASI
Bir gün, Boddhi ağacının altına oturdu ve ıstıraptan özgürleşme yolunu bulmadan kalkmayacağına yemin etti.
Bir süre sonra, Lord of Mara (Arzuların Tanrısı) geldi. Bir ordu dolusu şeytanla saldırdı. Siddharta hareket etmedi ve oklar çiçeklere dönüştü.
Mara pes etmedi. Onu baştan çıkarmaları için üç kız kardeşi gönderdi. Siddharta hareket etmedi. Siddharta trans halinde değildi, her şeyin tümüyle farkındaydı.
Son bir test olarak Dharma, sosyal görevlerin varlığı endişesi geldi. Bir prensti, babaydı, eşti ve görevleri onu bekliyordu. Ancak Siddharta hareketsizliğin içinden yavaşça sağ elini toprağa doğru indirdi, yere dokundu. Dedi ki “Yer yüzü benim şahidimdir. Ben buradan hareket etmedim.”
Siddharta gece boyunca meditasyona devam etti. Tüm geçmiş yaşamları gözünün önünden geçip gittiler. Sabah olduğunda zihni huzur içindeydi. Aydınlanmıştı.
Joseph Campbell’in anlatımıyla;
“Oturdu ve “Aksis mundi”, dünyanın hareket etmeyen noktasını buldu. Hareketsiz noktanı bulmak için Bodh Gaya’ya gitmen gerekmiyor. Seninki tam burada zaten, eğer sende varsa. İşte bu nokta, arzu ve korkuya doğru hareket etmeyen nokta. Onu test etmek için dünyanın lordları geldi. Onların adı, arzu ve korkuydu. Arzu : KAMA ; lust(şehvet), delight(keyif), pleasure(zevk). Buddha’yı 3 güzel kızı ile baştan çıkarmaya çalıştı ve onları adı; desire(arzu), fullfilment(tatmin), regret (pişmanlık): Gelecek, şimdi ve geçmiş. Ancak kendisi kendi biyolojik bedeniyle bağlantısızdı bu yüzden hareket etmedi. Kama , kendini Mara’ya dönüştürdü. Bu da Korku ve Ölüm Lordu’ydu. Buddha’ya bir ordu tarafından silahlarla saldırmaya başladı, beden olarak orada değildi, hareket etmedi. Ve bu silahlar lotusa dönüştü.. Kama ve Mara çaresizce kendilerini Dharma’ya dönüştürdüler. Dharma; sosyal görevlerin lordu. Eğer sürekli toplumun sana yapmanı söylediği şeyi yapıyorsan nasıl kendi yolunu takip edebilirsin ki?
Dharma ona dedi ki; “Genç prens, senin tahtında olman gerekiyor, neler döndüğünün farkında değil misin? Her şey yıkılacak..” Ne yaptı Buddha? Elini indirdi ve toprağa dokundu. “Beni bununla hareket ettirmeye çalışma, ben sonsuzluğa aidim.’’ Denir ki; Buddha doğa anayı çağırdı ki onun orada olma hakkına şahit olsun. Bundan sonra ordu boyun eğdi ve buddha aydınlandı.
Buddha uyandığı gece, çok şaşırmıştı ve 7 gün hareketsiz oturmaya devam etti. Sonra kalktı ve 7 adım attı, günlerdir oturduğu yere baktı. 7 gün boyunca gidip gelerek yürüdü. Gitti ve 7 gün daha başka bir yere oturdu. Sonra şöyle düşündü; BU ÖĞRETİLEMEZ."
BUDDHA’NIN ÖĞRETİSİ
Theravada rahibi olan Ajahn Sumedho şöyle anlatır:
“Bodh Gaya'daki aydınlanmasından sonra Buda şöyle düşündü: "Bu çok ince bir öğreti. Keşfettiğimi kelimelerle aktaramam, bu yüzden öğretmeyeceğim. Hayatımın geri kalanında Bodhi ağacının altında oturacağım." Sadece gidip yalnız yaşamak ve toplumun sorunlarıyla uğraşmak zorunda kalmamak çok cazip bir fikir. Ancak Buddha bu şekilde düşünürken Hinduizm'in yaratıcı tanrısı Brahma Sahampati Buda'ya geldi ve onu gidip öğretmesi gerektiğine ikna etti. Brahma Sahampati, Buda'yı anlayacak insanlar olduğuna ve bunların, gözlerinde çok az toz olan insanlar olduğuna ikna etti. Dolayısıyla Buda'nın öğretisi gözlerinde çok az toz olanlara yönelikti - eminim ki bunun kitlesel, popüler bir hareket olacağını düşünmedi.
“Hem ben hem de sizin bu uzun turda seyahat etmek ve zorlamak zorunda kalmanız, dört gerçeği keşfetmememiz, içine girmememiz yüzündendir. Hangi dört? Bunlar: Acı Çekmenin Yüce Gerçeği, Acı Çekmenin Kökeni Yüce Gerçeği, Acının Kesilmesinin Yüce Gerçeği ve Acının Durmasına Giden Yolun Yüce Gerçeği.” [Digha Nikaya, Sutta 16]
Buda'nın Dört Yüce Gerçek üzerine öğretisi olan Dhammacakkappavattana Sutta, yıllar boyunca pratiğim için kullandığım ana referans oldu. Bu, Tayland'daki manastırımızda kullandığımız öğretidir. Theravada Budizm okulu, bu sutta'yı Buda'nın öğretisinin özü olarak görür. Bu sutta, Damma'yı anlamak ve aydınlanma için gerekli olan her şeyi içerir. Brahma Sahampati'nin ziyaretinden sonra Buda, Bodh Gaya'dan Varanasi'ye gidiyordu ve yolda, Buddha’nın parlak görünümünden etkilenen bir münzevi ile karşılaştı. Münzevi dedi ki, "Keşfettiğiniz şey nedir?" ve Buda cevap verdi: "Ben kusursuz biçimde aydınlanmış olanım, ben Buddayım."
Bunu onun ilk söylevi olarak görmeyi seviyorum. Bu bir başarısızlıktı çünkü dinleyen adam Buda'nın çok fazla pratik yaptığını ve kendini abarttığını düşünüyordu. Biri bize bu sözleri söylese, eminim benzer şekilde tepki veririz. "Ben mükemmel aydınlanmış kişiyim" desem ne yapardınız? Buradan, Buddha’nın ilk dersi çıkardığı söylenir; Senden talep edilmediği sürece kimseye öğretmeye kalkışma. Ve böylece suttalar ortaya çıkmıştır.
Aslında, Buda'nın ifadesi çok doğru ve kesindi. Kusursuzdu, ancak insanlar onu anlayamazlardı. İnsanlar, “ben aydınlanmış kişiyim” ifadesinin egodan geldiğini düşünme eğilimindedirler çünkü insanlar her zaman her şeyi egolarından yorumlarlar. "Ben kusursuz şekilde aydınlanmış olanım" egoist bir ifade gibi gelebilir, ama aslında tamamen aşkın bir ifade değil midir? Bu ifade üzerine düşünmek ilginçtir çünkü "Ben" in kullanımını üstün kazanımlar veya kavrayışlarla birleştirir. Her halükarda, Buddha'nın ilk öğretisinin sonucu; dinleyicinin onu anlayamaması ve oradan uzaklaşmasıydı.
Daha sonra Buda, beş eski arkadaşıyla Varanasi'deki Geyik Parkı'nda karşılaştı. Beşi de içtenlikle katı bir çileciliğe adanmıştı. Daha önce Buda ile ilgili hayal kırıklığına uğramışlardı çünkü onun pratiğinde samimiyetsiz hale geldiğini düşünüyorlardı. Bunun nedeni, Buda'nın aydınlanmadan önce, katı bir çileciliğin hiçbir şekilde aydınlanmış bir duruma elverişli olmadığını anlamaya başlamış olmasıydı, bu yüzden artık o şekilde pratik yapmıyordu. Bu beş arkadaş rahat davrandığını düşünüyordu: Belki onun sütlü pilav yediğini gördüler, bu belki de bugünlerde dondurma yemeye benziyor. Eğer bir münzevi iseniz ve bir keşişin dondurma yediğini görürseniz, ona olan inancınızı kaybedebilirsiniz çünkü keşişlerin ısırgan çorbası yemesi gerektiğini düşünüyorsunuz. Çileciliği gerçekten seviyor olsanız ve beni bir tabak dondurma yerken görseydiniz, artık Ajahn Sumedho'ya inanmazdınız. İnsan zihninin çalışma şekli budur; Kendimize işkence ve inkar etme gibi etkileyici becerilere hayran olma eğilimimiz var.. Ona olan inancını yitirdiklerinde, bu beş arkadaş ya da öğrenci Buda'da ile yollarını ayırmışlardı – bu ayrılma da ona Bodhi ağacının altına oturma ve aydınlanma şansı verdi.
Sonra, Varanasi'deki Geyik Parkı'nda Buda ile tekrar karşılaştıklarında, beşi ilk başta, “Onun nasıl biri olduğunu biliyoruz . Onu rahatsız etmeyelim”. diye düşündüler. Ama yaklaştığında, hepsi onda özel bir şey olduğunu hissetti. Ona oturacağı bir yer yapmak için ayağa kalktılar ve o Dört Yüce Gerçek üzerine söylevini verdi.
Bu kez 'Ben Aydınlanmış olanım' yerine, 'Acı var' dedi. Acı çekmenin kaynağı var. Acı çekmenin sona ermesi var. Acı çekmenin yolu var. ' Öğretiyi bu şekilde sunduğu için kabul veya inkara yol açamadı. 'Ben aydınlanmış olanım' deseydi, ya hemfikir olmak ya da katılmamak - ya da sadece şaşkınlığa uğramak zorunda kalırdık. Çünkü aydınlanmış birine nasıl bakacağımızı tam olarak bilmeyiz. Ancak, 'Acı var, bir nedeni var, acının bir sonu var ve acıdan bir çıkış var' diyerek, düşünmek için bir şeyler önerdi: 'Bununla ne demek istiyorsun? Acı çekmekle, onun kökeniyle, durmasıyla ve yoluyla ne demek istiyorsun? '
Biz de onu düşünmeye başlarız. 'Ben aydınlanmış olanım' ifadesiyle, bunun hakkında tartışabiliriz. "Gerçekten aydınlanmış mı?" ... "Sanmıyorum." Biz sadece tartışırdık; bu kadar direkt bir öğretim tarzına hazır değilizdir. Açıktır ki, Buda'nın ilk söylevi, gözlerinde hala çok fazla toz olan birilerine yönelikti, bu yüzden başarısız oldu. Böylece ikinci seferinde Dört Yüce Gerçeğin öğretisini verdi.
Dört Yüce Gerçek: acı vardır; ıstırabın bir nedeni veya kaynağı vardır; ıstırabın bir sonu var; ve Sekiz Katlı Yol olan ıstıraptan çıkış yolu vardır. Bu Gerçeklerin her birinin üç veçhesi vardır, dolayısıyla hep birlikte on iki kavrayış vardır. Theravada okulunda bir arahant, üç yönü ve on iki içgörüsü ile Dört Yüce Gerçeği açıkça öğrenir. "Arahant", “hakikati anlayan bir insan” anlamına gelir.
İlk Yüce Gerçek için, 'Acı vardır' ilk içgörüdür. Bu fikir nedir? Onu büyük bir şeye dönüştürmemize gerek yok; bu sadece tanımadır: 'Acı var'. Bu temel bir fikirdir. Cahil kişi, 'Acı çekiyorum. Acı çekmek istemiyorum. Meditasyon yapıyorum ve acıdan kurtulmak için inzivaya çekiliyorum, ama hala acı çekiyorum ve acı çekmek istemiyorum .... Acıdan nasıl kurtulabilirim? Ondan kurtulmak için ne yapabilirim? ' diyebilir. Ancak "Acı çekiyorum ve onu bitirmek istiyorum" İlk Yüce Gerçek değildir. İlk yüce gerçek, bir İçgörüdir: 'Acı var'.
Şimdi, hissettiğiniz acıya veya ızdıraba bakıyorsunuz – “Benim” perspektifinden değil, bir yansıma olarak: 'Bu acı var, bu dukkha'. Bu, Buda'nın Dhamma'yı görmesinin yansıtıcı konumundan geliyor. İçgörü, basitçe, kişiselleştirmeden bu ıstırabın var olduğunun kabul edilmesidir. Bu kabul, önemli bir fikirdir; sadece zihinsel ıstıraba veya fiziksel acıya bakmak ve onu kişisel sefaletten ziyade dukkha olarak görmek - sadece onu dukkha olarak görmek ve buna alışılmış bir şekilde tepki vermemek.
Birinci Yüce Gerçeğin ikinci içgörüsü şudur:
'Acı çekmek anlaşılmalıdır.'
Yüce Gerçeklerin her birinin ikinci içgörüsü veya yönü, içinde "gerekir" kelimesini taşır: "Anlaşılmalıdır". O halde ikinci görüş, dukkha'nın anlaşılması gereken bir şey olduğudur. Kişi sadece ondan kurtulmaya çalışmak değil, dukkha'yı anlamalı.
'Anlamak- understanding' kelimesine ‘altında durmak (standing under) olarak bakabiliriz. Yeterince yaygın bir sözcüktür, ancak Pali'de "anlamak", sadece tepki vermek yerine acıyı gerçekten kabul etmek, altında durmak veya kucaklamak anlamına gelir. Herhangi bir ıstırapla - fiziksel ya da zihinsel - genellikle sadece tepki veririz, ancak yalnızca “anlayış” varsa gerçekten acıya bakabiliriz; gerçekten kabul edebilir, gerçekten kapsayabilir ve kucaklayabiliriz. Öyleyse ikinci yönü budur: "Acıyı anlamalıyız".
Birinci Yüce Gerçeğin üçüncü yönü şudur: 'Acı çekmek anlaşılmıştır.' Acıyla gerçekten pratik yaptığınızda - ona bakmak, kabul etmek, bilmek ve olduğu gibi olmasına izin vermek - o zaman üçüncü yön vardır, 'Acı anlaşılmıştır' veya 'Dukkha anlaşılmıştır.' Öyleyse bunlar Birinci Yüce Gerçeğin üç yönüdür: 'Dukkha vardır'; 'Anlaşılmalıdır'; ve 'Anlaşılmıştır.' Bu, her Yüce Gerçeğin üç veçhesinin kalıbıdır. 1) İfadenin kendisi 2) sonra reçete ve 3) sonra alıştırma yapmanın sonucu. Pali kelimeleri pariyatti, patipatti ve pativedha açısından da görülebilir. Pariyatti teori ya da 'Acı var' ifadesidir. Patipatti pratiktir - onunla aslolan pratiği yapmak; ve pativedha da uygulamanın sonucudur. Bu, “yansıtıcı model” dediğimiz şeydir; böylece aslında zihninizi çok yansıtıcı bir şekilde geliştirirsiniz. Bir Buda zihni, her şeyi olduğu gibi bilen yansıtıcı bir zihindir. Bu Dört Yüce Gerçeği gelişimimiz için kullanıyoruz. Bunları hayatımızdaki sıradan şeylere, zihnin sıradan bağımlılıklarına ve takıntılarına uygularız. Bu gerçeklerle, onlara dair içgörülere sahip olmak için bağımlılıklarımızı araştırabiliriz. Üçüncü Yüce Gerçek aracılığıyla, acının sona ermesini, acının sonunu kavrayabiliriz ve anlayış olana kadar Sekiz Katlı Yolu uygulayabiliriz. Sekiz Katlı Yol tam olarak geliştirildiğinde, kişi artık arahanttır. Bu karmaşık görünse de - dört gerçek, üç yön, on iki içgörü - oldukça basit. Acı çekmeyi ve acı çekmemeyi anlamamıza yardımcı olması için kullanabileceğimiz bir araçtır.”
ETİK DEVRİM
Buddha, etik bir devrim yaptı. Toplumun kabul gördüğü ahlaki değerleri tersine çevirdi. Hindistan’da büyük önem verilen dini inanç, ritüel ya da kast sistemine önem ve değer vermedi. İnanç, sosyal ya da politik statü ne olursa olsun tüm bunların ardındaki kişinin önemli olduğunu savundu.
Yaşadığı dönemde Hindistan’da katı bir kast sistemi uygulanıyordu. Sırasıyla en tepede Brahminler, savaşçılar, çiftçiler ve en aşağıda dokunulmazlar. Yalnızca Brahmin’lerin Tanrı ile bağlantı kurabileceğine ve ruhsal çalışmalar yapabileceğine inanılıyordu. Kadınların bu çalışmaları yapması söz konusu değildi. Brahminler ve savaşçılar asillerdi. Buddha için kast sistemi anlamsızdı. O bu sistemi tanımadı ve eğer hakikati anlayabilirse, bilge ve iyi bir insansa kişinin asil olabileceğini savundu. Buddha için bu herkes için mümkündü, hangi kasttan olursa olsun..
Buddha’nın öğretisi olan Dhamma hiçbir tanrı ya da otorite tanımıyor, ruh ya da öte yaşamdan bahsetmiyordu. Tek meselesi insanın şimdideki ıstırabı ve bu ıstırabın sonlanmasıydı.
Zaman içinde bir sangha (topluluk) oluştu. Buddha her kasttan insanı ve kadınları da bu topluluğa kabul etti. O zamanlar çok zor şartlarda yaşam süren kadınlar için bir nevi rahibe olarak kendini meditasyona ve iç çalışmaya adayan bir yaşam sürmek kurtuluşun kendisiydi.
Öğretilerini ezberleme usulü ile sürekli tekrarlardan oluşarak aktarırdı. Yazılı hiçbir kaynak bırakmadı.
Barnard College’den D. Max Moerman’a göre “Buddha hakkında ilk yazılı kaynakları Buddha’nın ölümünden 500 yıl sonraya tarihleyebiliyoruz, öncesine ait yazılı kaynak yok. Yani ölümünden sonra ilk birkaç yüzyıl boyunca hikayeler oral yolla aktarılmış.”
BUDİZMİN DOĞUŞU
Joseph Campbell’a göre;
“Buddha’nın tarihleri MÖ 563-483. Budist sanatlarının ilk yıllarında Buddha’nın kendisi hiç resmedilmemişti. 500 yıl sonra Buddha’nın imajlarını görebilmeye başlıyoruz. Bu demek ki, farklı bir tür budizm ifade buldu. Budizmin ilk topluluğu son derece güçlü monastikti. Janinismde anlattığım gibi, topluluk, bir sonraki enkarnasyonlarda dünyayı terk edip, dünyevi olandan vazgeçip Nirvana ya ulaşmayı umut ediyor. Erken budizm de bu mesajı taşıyor. MS 1. YY’da kuzey batı Hindistan’da. (Bu aynı zamanda hristiyanlığın ilk yüzyılı.) Düşünce biçimi değişti ve yeni bir budizm oluştu. İlk budizm Theravada. “Vada” söz, “Thera” kutsal demek. Eski kutsal kişilerin söylemleri anlamındadır. Hinayana bunun diğer adı. “Yana” tekne, “hina” küçük demek. Bu küçük botu yalnızca birkaç kişi kullanabilir. Bu kişiler de yaşama hayır diyip nirvanaya gidecek olanlar. Nirvananın tüm olayı zıt çiftlerin ötesine geçmek. Arzu ve öfke, sen ve ben, bütünleşmeye gidiyoruz. Istırap dünyasının Samsara’nın Nirvana ile ayrımıda aslında bir ayrım yok. Aha! Yani burada görüyoruz ki dünyanın kendisi buddha bilincinin bir ifadesi. Buddha’nın ölümünden 500 Yıl sonra buddha imajları görmeye başlıyoruz. Bu imajın ise 500 yıl önceki karakterle hiçbir ilgisi yok aslında. Sri Lanka’da Buddha’nın en eski imajlarını bulabiliyoruz. Tibet’te gördüğümüza altın Buddha heykeli lotus çiçeğinin üstünde oturuyor. Lotus Ganji’nin suları gibi bu dünyadaki sonsuz yaşamın zarafetinin ifadesidir tıpkı gül’ün ortaçağ hristiyanlığında sembolize ettiği şey gibi.Birini lotus üzerinde otururken gördüğünüzde bu, enerjinin insanlaştırılmış halidir. Buddha kimliğini fark etmek için çalışması bile gerekmedi, 1-Budda oturdu meditasyon yaptı buddha bilincini buldu. 2- O zaten buddha bilincinin inkarnasyonuydu ve meditasyon yapması bile gerekmedi, zaten biliyordu.”
Söylenen o ki, Buddha 80 yaşında ölmüştür. Ölümünden 3 ay sonra en yakın öğrencilerinin de (Ananda, Sariputra, Mahakasyapa) bulunduğu ilk konsey toplandı ve öğretiyi korumak için ezberlerini aktardılar.
Oxford Üniversitesi Budist Araştırmalar Merkezi kurucu başkanı hindolog, pali ve sanskrit uzmanı Richgard Gombrich’in 1988 tarihli Journal of Pali and Buddhist Studies How the Mahayana Began adlı makalesinde açıklanır ki;
“Metnin (hiçbir zaman kesin olarak bilemeyeceğimiz) tarihi bir olayı aslına sadık kalarak kaydedip kaydetmemesi önemli değildir; Mesele şu ki, Budistler, Budizm'in tutarlı bir doktrin ve yaşam tarzı olarak korunması için bu tür sistematik provaların gerekli olduğunun farkındaydılar ve ben böyle bir durum gerçekleşmemiş olsaydı onun gerçekte nasıl hayatta kalabileceğini anlayamıyorum. Başka bir metinde Buda'nın, gerçek öğretinin unutulmasına (sammosa) ve ortadan kaybolmasına (saddhamma) yol açan dört koşulu söylediği aktarılır. İlki keşişler textleri yanlış biçimde ezberledilerse, diğeri ise eğitimli keşişlerin diğerlerinin yaptığı ezber provasına özen göstermezlerse. Bütün bunların bir sonucu olarak, keşişler bir araya gelerek (bunlar geleneğin Birinci ve İkinci Konsillerine karşılık gelse de gelmese de) neyin ezberleneceğine karar verdikten sonra, yeni bir metni müfredata sokmak imkansız olmasa da çok zor olmuş olmalıdır. Bu hiçbir değişiklik olmadığı anlamına gelmiyor; ancak ezberin unutulması ve keşişlerden birinin ezberi bir metinden diğerine kayarken metinlerin bozulması nedeniyle değişiklikler çoğunlukla kasıtsız olmuş olmalı. Bu koşullar altında, açıkça yeni olan bir şeyi ortaya koyan mevcut öğretiler için kritik öneme sahip herhangi bir metnin hayatta kalma şansı yoktur. Yüzlerce, hatta binlerce keşişin, rahibenin ve Budist olmayan takipçinin, zihinlerine yeni öğretiler yerleştiren vizyonlara veya başka ilhamlara sahip olmaları, bu öğretileri somutlaştıran metinler yazmış olmaları mümkündür - ancak bunu asla bilemeyeceğiz. Çünkü bu metinler yazılmadan korunamazdı. Arkeoloji bilimi, Kral Asoka döneminden önceye ait hiçbir yazılı metin bulamamıştır. Hayatta kalan en eski Mahayana metinlerinin MÖ 1. Ve 2. yüzyıla kadar uzandığına dair uzun zamandır genel bir fikir birliği var.”
Söylenene göre 70 sene sonra 2. konseyde bir grup reformist keşiş, diğer keşişlerin çok gevşek olduğunu düşündü ve Vinaya veya manastır davranış kuralları için olan ek kurallar önerdi. Bazıları kabul etmedi ve sangha iki büyük okula ayrıldı; reformcular için Sthaviravada (Theravada yani Yaşlılar Okulu") ve geri kalanlar için Mahasanghika (Mahayana "Büyük Meclis").
MÖ 3. yüzyıl civarında, Hint imparatoru Ashoka'nın himayesi altında misyonerler Budizm'i Sri Lanka’ya götürdü. Budizm daha sonra Moğol istilaları ve diğer sosyal ve politik ayaklanmalar nedeniyle Hindistan'da neredeyse tamamen silindi, bugün bildiğimiz Theravada, esas olarak Sri Lanka'da kök salmış olanın soyundan geliyor. Hindistan'ın herhangi bir yerinden gelen hiçbir el yazması günümüze ulaşmadı. Ölümünden 200-300 sene sonra ilk yazılı textler bilim adamlarının erişimine açık olan el yazmalarının çoğunluğu MS 18. veya 19. yüzyıllara tarihlenebilir. Bir başka bilgiye göre, tarihte en eski metinler ölümünden 200-300 sene sonraya tarihlenmektedir.
5. konsey 1800’lerde Sri Lanka’da toplandı. Vipassana hareketi doğdu, S.N Goenka, Joseph Goldstein, Jack Kornfield, Sharon Salzberg hocaların soyağacı buraya dayanıyor (Theravada).
20. yy’da Orman geleneği yeniden doğdu (Thai Forest Tradition). Katı orman monastik yaşamını korumayı ve yaşatmayı önemsediler. Bunların önemli ustalarından birisi de Ajahn Chah’tır.
14. yüzyıla gelindiğinde Budizm, Hindistan'daki anavatanından büyük ölçüde kaybolmuştu. Yayıldıkça Tibet, Orta Asya'da Budizm'in merkezi haline geldi. 20. yüzyılda, 14. Dalai Lama , Tenzin Gyatso (d. 1935), 1959 Tibet ayaklanmasının ortasında Çin kontrolündeki Tibet'ten kaçmasının ardından dünya çapında üne kavuştu ve o zamandan beri belki de en tanınmış Budist figür haline geldi.
THERAVADA VE MAHAYANA BUDİZMİ
Theravada buddhanın ağzından doğrudan duyan öğrencileri tarafından yazılan metinleri kaynak alır. Mahayana üzerine farklı tarihsel figürlerin öğretilerini ekler. Örn. Mahayana textleri olarak kabul edilen Lotus Sutra, Tripitaka’da bulunmaz.
Theravada’ya göre bireysel kurtuluşu hedefleyen arhat’tır. Mahayana’ya göre Nirvanaya ulaştığı halde bundan feragat ederek kendisini diğer insanların kurtuluşuna adayan yani evrensel kurtuluşu hedefleyen bodhisattva’dır.
Budizm ve Buddha’nın öğretisi bambaşka şeyler demek olabilir.
Mahayana’da Buddha’nın öğretileri olarak inanılan bazı metinlerin ona ait olduğuna dair hiçbir kanıt yok. Yani doğrudan Buddha’nın ağzından çıkmadı. Buddha artık bir kişi değil, aydınlanmış zihni sembolize ediyor. Yani uyanmış olan herkeste mevcut. Mahayana otoriteleri bunu şöyle açıklıyor: Eğer herkeste buddha doğası varsa, o halde sonradan ortaya çıkan öğrteilere de kulak verebiliriz.
Şefkatten Theravada geleneğinde Metta Bhavana ve Brahmavihala’lar olarak bahsedilir. Bunlar Metta, Karuna, Upekkha, Mudita’dır.
Mahayana geleneğinde Theravada kaynakları da kabul edilir, ancak farklı olarak Avalokiteshvara figürü ile Lotus Sutra’da öne çıkar. Mahayana’nın önemli olarak gördüğü ve temel aldığı metinlerden biri olan Kalp Sutrası’nda Avalokiteshavara’nın boşluk kavramı idrakıyla aydınlandığı ve acılardan özgürleştiği anlatılır.
FARKLI OKULLARIN AMACI AYNI
Lotus Sutra'da anlatılan Budist edebiyatından ünlü bir benzetme, yanan evle ilgilidir. Çok odalı bir evde yangın çıkar. Baba kaçar ama çocukları hâlâ içeridedir, oyunlar ve diğer zevklerle dikkatleri dağılmıştır. Baba, her birinin ilgisini çekecek şeyleri kullanarak çocukları dışarı çağırır. Ancak yanan evden kaçan her çocuk daha da iyi bir ödül alır: kurtuluş.
Aynı şekilde, öğretmenler de her öğrenciye, onların benzersiz ihtiyaçlarına ve eğilimlerine göre farklı şekilde rehberlik edeceklerdir, ancak sonuçta amaç aynıdır: uyanış veya özgürleşme. Uçsuz bucaksız okyanusta, ister yüzeyde ister derinde olsun, suyun tek bir tadı vardır: tuz.
Theravada, mahayana, vajrayana öğretileri farklı görünebilir ancak hepsinin amacı aynıdır: ıstıraptan kurtuluş.
Joseph Campbell’a göre iki tür Budizm var:
“Biri küçük araç; zaman alanından uzaklaştıran (Theravada/hinayana). İkincisi ise hareketsiz merkezi bildiğin için zaman alanda kalmak ve dünyanın kederlerine sevinçle katılmak (Mahayana). Bodhisattva demek; Bir kez o hareketsiz nokta bulunduktan sonra,
Alanlar arasında hareket edebilirsin , hareket ettirilmeden. Anlayabiliyor musunuz? İlk adım oturursun ve hareketsiz noktayı bulursun ve hiçbir şey seni etkileyemez. İkinci adım ise hareketsiz alanı bulursun ve zaman alana geri gelirsin. Buddha, öğretmeyi seçerek ikinci adıma geçmişti.”
Okuduğunuz için teşekkür ederiz! :) Bu yazıyı faydalı bulduysanız lütfen bilginin akışına hizmet etmek için sosyal medya hesaplarınızda paylaşın, herkese ulaşsın!
KAYNAKÇA:
• Frank E. Reynolds and Charles Hallisey, „„Buddha‟‟, The Encyclopedia of Religion, (E.R.), ed. Mircea Eliade, Macmillan Publishing Company, New York 1986, C. II, s. 321.
• Küçük – G. Tümer – M. A. Küçük, Dinler Tarihi, s. 228; Jack Sikora, Religions of India, Writers Club Press, USA 2002, s. 40.
• The Buddha - The Story of Siddhartha Gautama is a documentary for PBS by award-winning filmmaker David Grubin
• Aysel Okudan - Lotus Sutra Ve Budist Kutsal Metinleri Arasındaki Yeri Ve Önemi Yüksek Lisans Tezi
• Ajahn Sumedho - Four Noble Truths, Amaravati Yayınları, Ocak 1992
• Joseph Campbell - The Power of Myth
• Richard Gombrich - “Obsession with Origins” Attitudes to Buddhist Studies in the Old World and the New
• Richard Gombrich - Journal of Pali and Buddhist Studies, How the Mahayana Began 1988